29 Ekim 2010 Cuma

Sıcak paraya bir davetiye de Merkez gönderdi

Merkez Bankası’nın son enfasyon raporunda ortaya koyduğu duruş, sıcak paraya bir davetiye niteliğini taşıyor. Tüm dünya sıcak para girişinin önüne set çekmeye çalışırken, Türkiye’den ilk büyük davetiyeyi Başbakan Erdoğan göndermişti. Erdoğan, “Güçlü TL’den yanayım”, “Merkez Bankası, döviz rezervlerini 100 milyar dolara çıkarmalı” diyerek, sıcak paraya ne kadar sıcak yaklaştığını göstermişti. Merkez Bankası da politika faizlerini bir yıl boyunca artırmayacağını ilan ederek, sıcak paraya ikinci davetiyeyi göndermiş oldu.
Çünkü bir yıl boyunca faizlerde artış ihtimalinin kalkması, sıcak para için çift yönlü ve garantili kar fırsatı sunuyor. Faizlerin artmaya başlaması, sıcak paranın portföy yatırımlarından zarar yazmak, bu ihtimalle yaşanabilecek bir döviz çıkışında kurdan da zarar etmek gibi tehlike yaratıyordu. Merkez Bankası’nın faizi bir yıl artırmayacağım demesi, sıcak para için bu ihtimali ortadan kaldırıyor.
Şimdi örneğin ABD’de sıfıra yakın faizle piyasaya pompalanan dolarları alan fonlar, rahatlıkla Türkiye’ye akacak. Bu nedenle bir yandan faizler düşerken diğer yandan TL daha da değerlenecek. Böylece sıcak para, hem kurdaki düşüşten hem de faizdeki düşüşten iki katlı kar elde edecek. Bu arada sıcak para sayesinde iç talep canlanmaya devam edecek, düşük kur yüzünden ihracat iyice zorlanırken ithalat alıp başını gidecek ve cari açık rekorlar kırmaya başlayacak.
Merkez Bankası, sıcak para girişindeki artışın yaratabileceği finansal risklere işaret etmesine rağmen, sıcak para girişini hızlandıracak bir mesaj vermiş durumda. Merkez Bankası, sadece sıcak para artışı finansal risk oluşturursa zorunlu karşılıkları artırma ve likidite önlemleri alma yoluna gideceğini söylüyor. Oysa bu uygulamalar, sıcak para girişini frenlemeye değil, geldikten sonra yol açacağı tahribatı azaltmaya yarayabilecek önlemler.
Sıcak para girişini frenleyecek önlemleri, Merkez Bankası’nın değil hükümetin alabileceği söylenebilir. Ancak Merkez Bankası, ne enflasyon raporunda ne de başka bir açıklamasında hükümete bu yönde bir uyarı mesajı da göndermedi. Tersine Merkez Bankası, faiz artırmama garantisi vererek sıcak paraya girişine destek vermiş oldu. Merkez Bankası, en azından faiz artışı ihtimalini canlı tutarak, kendi payına daha dengeli bir tutum alabilirdi.

TEMMUZ İLE ÇELİŞKİLİ DURUŞ

Üstelik Merkez Bankası, bir yıl süreyle faizleri artırmama tutumunu alırken, bir önceki enflasyon raporundaki yaklaşımı ile çelişmeyi bile göze almış. Ekonomik durum değerlendirmesi açısından temmuz raporu oldukça kötümserdi, ekim raporu ise tam tersine oldukça iyimser. Merkez Bankası, daha kötümser olduğu temmuz raporunda faiz artışını bir yıl erteleme mesajı vermemişti, şimdi çok daha iyimserken bu yola gidiyor. Merkez Bankası temmuz raporunda global toparlanmanın gecikmesi, içerideki toparlanmayı belirgin şekilde olumsuz etkilerse faiz artışını 2011 sonlarına erteleyebileceğini söylemişiti. Şimdi ekonomik canlanmanın beklenenden daha iyi gittiğini söylemesine rağmen faiz artışını ötelediğini ilan ediyor.
Bu arada Temmuz raporunda mali kurala defalarca vurgu yapan ve tahmin ufku boyunca faizlerin tek hanede kalması için mali kuralın uygulanmasını bir gereklilik olarak gören Merkez Bankası’nın, son raporunda mali kural sözünün hiç geçmemesi de dikkat çekiyor.
Anlaşılıyor ki hükümet, bütçe kaynaklarından çok sıcak paraya dayalı bir seçim ekonomisi izlemeye yönelmiş durumda. Merkez Bankası’nın sergilediği duruşun seçim politikasına destek vereceği açık, ama ne ölçüde büyük bir ekonomik risk yaratacağı belirsiz.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Kur savaşı bitmedi, sadece geçici olarak ateş kesildi

ABD Hazine Bakanı Geithner, Güney Kore’de yapılan G-20 ülkeleri ekonomi bakanları toplantısının sonuçlarını büyük bir başarı olarak değerlendirdi. Kasımdaki G-20 zirvesine hazırlık için yapılan toplantının en ateşli konusu, doğal olarak kur savaşları idi.
Gündemdeki diğer önemli konularda zaten büyük ölçüde anlaşma sağlanmıştı. Bankacılık sisteminine ilişkin Basel 3 kurallarında, olabildiğince yumuşatılarak ve uzun bir geçiş süreci tanınarak bir anlaşma aylar önce sağlanmıştı. Çin başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin IMF’deki ağırlığının artırılmasına yönelik düzenleme de IMF tarafından hazırlanmıştı. Ancak ABD bu konuda adım atmayı, açıktan olmasa da Çin’in kurlar konusunda yumuşamasına bağladığı için sürüncemede bırakıyordu.
Asıl can alıcı sorun olan kur savaşları konusunda, aslında güçlü bir uzlaşma çıkmasını bekleyen de pek yoktu. Buna karşın bakanların üzerinde anlaştıkları metin, şimdiye değin G-20 ortak açıklamalarında kurlar konusunda yer alan en güçlü ifadeleri içeriyor.
Ortak metinde G-20 üyeleri, paraların değerinin ekonomik temellere göre belirlenebilmesi için kurlara piyasanın karar vereceği bir sistemden yana olduklarını ve rekabet gücü elde etmek için devalüasyona gitmekten uzak duracaklarını ilan ediyorlar.
Bu ifadeye bakınca kur savaşları sona erdi demek mümkün. Ancak metni hazırlayan bakanlar da dahil olmak üzere kimse kur savaşının bittiğine inanmıyor. Bu metni somut gerçeklerden kopuk olarak tercüme etmeye kalkışsak ABD’nin doların değerini düşüren ve gelişmekte olan ülke paralarının değerini yükselten trilyon dolarlık parasal genişleme planından temelli vazgeçtiğini düşünebiliriz. Yuan’ın değerini sadece kendisinin bildiği bir formüle göre belirleyen Çin’in yuan’ı ve sermaye hareketlerini serbest bırakacağını zannedebilirsiniz. Paralarının değerlenmesini önlemek amacıyla sıcak para girişine ket vurmak için vergi koyan Brezilya’nın bundan vaz geçeceğini hayal edebilirsiniz. Yen’in değerindeki artışı durdurabilmek için bir ay içinde piyasaya 2 trilyon yenlik (24.6 milyar dolar) müdahalede bulunan Japonya’nın artık farklı davranacağını bekleyebilirsiniz.
Ancak gerçek durum hiç de böyle değil. Nitekim Japonya Maliye Bakanı, daha toplantı biter bitmez “Gerekirse yen’e yine müdahale ederiz” diye, aslında değişen bir şey olmadığını ilan etti. Brezilya ile Endonezya maliye bakanlarının, toplantıya bile katılmamaları, G-20’nin bu konuda bir ilerleme kaydedeceğine inanmadıklarını gösteriyor.
Kaldı ki G-20 üyelerinin ilan ettikleri ortak metinlerde verdikleri sözlerden çok farklı hareket etmeleri ilk kez karşılaşacağımız bir durum da değil. Daha işin başında korumacılıktan uzak duracaklarını ilan eden G-20 üyelerinin son iki yıl içinde ticaret ortaklarına zarar verecek şekilde aldıkları önlem sayısı 400’ü buldu.
Sonuç olarak kur savaşı bitmiş değil. Ancak en azından bir dönem eskisi gibi şiddetlenerek de sürmeyecek. Şu anda bir ateşkes ilan edildi. Bu süre içerisinde kimse duruşunu değiştirmese de çözüm arayışları ve bilek güreşi sürecek. Bilek güreşinin sonucunu da kur savaşının atom bombasına sahip iki dev, yani 2.65 trilyon dolarlık dev döviz rezervinin üzerinde oturan Çin ile istediği kadar dolar basma imkanını elinde bulunduran ABD belirleyecek.

22 Ekim 2010 Cuma

Çin yine feyk attı

Çin'in 0.25 puanlık faiz artışı, ekonomi kitaplarında yazanın aksine kredileri frenlemez, olsa olsa daha da artmasına imkan hazırlar.

Çin Merkez Bankası salı günü sürpriz bir adım atarak gösterge niteliğindeki mevduat ve kredi faizlerini 0.25 puan artırdı. Bu artışla mevduat faizi yüzde 2.5 düzeyine, gösterge kredi faizi ise yüzde 5.56 düzeyine çıktı. Global kriz koşullarında Aralık 2008’de faiz indiren Çin, 2007’den bu yana ilk kez faiz artırdı.
Çin’in sürpriz adımı, doları yükseltirken ekonomileri emtia ihracatına bağlı olan Kanada, Avustralya ve Brezilya gibi ülkelerin paralarının değer yitirmesine yol açtı. Petrol son 8 ayın en sert düşüşünü yaşadı, rekorlar kıran altın değer kaybetti, borsalar düştü.
Piyasaların tepkisi böyle oldu, çünkü faiz artışının, Çin ekonomisinin yavaşlamasına ve yuan’ın değer kazanmasına yol açacağını inanılıyor. Faiz artışının böyle değerlendirilmesi ilk bakışta son derece normal ve ekonomi kitaplarında yazılanlara uygun. Bu nedenle tam da kritik G-20 zirvesi öncesinde Çin’in bu adımı bir yumuşama ve uzlaşma işareti olarak da algılandı. Oysa bu tür aldatıcı hamlelerde oldukça usta olan Çin’in faiz hamlesi de aslında olağan koşullarda beklenen normal sonuçları doğurmayacak. Hatta tam tersi sonuçlar doğurabilecek. Faizlerin artırılması, Çin’deki kredi genişlemesini frenlemek bir yana tam tersine daha da artmasına neden olabilecek.
Faiz artışının, nasıl olup da bu kadar ters bir sonuç doğurabileceğini anlamak için Çin’deki mevduat ve kredi piyasasının somut durumuna biraz daha yakından bakmak gerekiyor.

FAİZ ARTIŞI KREDİLERİ NASIL ARTIRACAK?

Çin’de kredi piyasasının hem arz tarafının, hem de talep tarafının esnekliği yok. 0.25 puanlık bir faiz artışı, ne kredi almak isteyenler, ne de bankalar için caydırıcı olmaktan çok uzak. Kredi talebi o kadar güçlü ki, kredi hacmi üzerinde ancak 5-10 puanlık bir faiz artışı etkili olabilir. Şu anda bankalardan kredi alamayanlar, gayrı resmi piyasada yüzde 20 ile kredi alıyorlar. Yani piyasada yüzde 20 ile kredi almaya razı olanlar bile var.
Bireyler ve şirketlerde çok güçlü bir kredi talebi var. Çin bankaların bireylere verdiği konut kredilerine bazı kısıtlamalar getirerek bu alandaki genişlemeyi ve bir konut balonunun oluşmasını önlemeye çalışıyor. Şirketlere verilen kredileri etkileyecek cılız bir adım, yüzde 17’ye indirilmiş olan bankaların asgari rezerv oranının, kısa bir süre önce çok az yükseltilmesi oldu. Ancak bu önlemin de geçici olduğu baştan ilan edildi.
Bankalar, asgari rezerv oranının izin verdiği son yuan’larına kadar kredi vermeye çalışıyorlar. Verebilecekleri kredi miktarını artırabilmek için büyük bir mevduat çekme yarışı içindeler.
Mevduat faizlerinin, yüzde 3.5’e çıkan enflasyonun altında kalması, tasarruf sahiplerini harcamaya veya altın ve konut gibi yatırımlara yöneltiyor. Bu nedenle bir mevduat kaçışı yaşanıyor. Mevduat kaçışı da artık kredilerdeki genişlemeyi durduracak bir noktaya gelmişti.
Çin’in faiz artırımı, aslında işte bu tıkanıklığı aşmaya yönelik bir adım. Faiz artışı ile mevduatların yeniden artmaya başlaması amaçlanıyor. Bu da bankaların kredi hacmini artırmaya devam etmelerine imkan sağlayacak.
Sermaye hareketleri kısıtlı olduğu için faiz artırımının yuan’ın değer kazanmasına yol açmasını da bekleyemeyiz. Yuan’ın değeri yine Çin Merkez Bankası’nın istediği gibi yönetilmeye devam edecek.
Çin, tam da G-20 zirvesi öncesinde bu usta işi feyk hamle ile hem kendisine karşı artan baskıları oyalama, hem de kendi yolunda ilerlemeye devam etme şansı elde ediyor.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Eğitim ‘iş’e yaramıyor

En son işsizlik verilerine göre Türkiye genelinde ortalama işsizlik oranı yüzde 10.6. Üniversite ve yüksek okul mezunları arasındaki işsizlik oranı, yüzde 11.5 ile genel ortalamanın yaklaşık olarak 1 puan üzerine çıkıyor. Buna karşın okur-yazar olmayanlar arasındaki işsizlik oranı, sadece yüzde 4.5. Lise altı eğitimliler, yani sadece ilk öğretim almış olanlar arasındaki işsizlik oranı da yüzde 9.7 ile genel ortalamanın altında. Meslek lisesi mezunları arasındaki işsizlik oranı yüzde 12.4’e çıkıyor. En yüksek işsizlik oranı ise yüzde 15.3 ile lise mezunları arasında.
Bu rakamlara bakarsak okumak “iş”e yaramıyor. Çünkü eğitim arttıkça işsizlik oranı da artıyor. Ancak bu çarpık görüntünün nedeni, çalışmadığı halde iş aramayanların işsiz sayılmaması. Aslında çalışma çağında olan üniversite mezunlarının yüzde 68.8’i bir işte çalışırken, okur-yazar olmayanların sadece yüzde 20.1’i, lise altı eğitimlilerin yüzde 43.7’si bir işte çalışıyor. Meslek lisesi mezunlarının da yüzde 59.2’si istihdam ediliyor.

İSTİHDAMIN DÖRTTE ÜÇÜ EĞİTİMSİZ

Eğitim-istihdam ilişkisindeki tek çarpıklık bu değil. Asıl sorun çalışanların dörtte üçünün bir mesleki eğitim almamış olmaları. Şu anda istihdam edilenlerin yüzde 15’i yüksek öğrenim, yüzde 9.7’si de meslek lisesi veya teknik lise mezunu. Yani çalışanların sadece yüzde 24.7’si bir meslek eğitimi almış durumda.
Buna karşın çalışanların yüzde 5’i okur-yazar bile değil. İstihdamın omurgasını ise yüzde 60.4’lük pay ile sadece ilk öğretimi bitirmiş olanlar oluşturuyor. Yani istihdamın neredeyse üçte ikisi en fazla ilk öğretim eğitimi almış insanlardan oluşuyor.
Bu hesaplamalar Temmuz 2010 verileriyle yapıldığı için yaz dönemi tarımdaki eğitimsiz işgücü artışı yüzünden böyle bir görüntü çıktığı düşünülmesin. Aynı hesaplamayı 2009 ve 2008’in yıllık ortalamalarıyla da yapsanız, hatta kriz öncesi tarım istihdamının en düşük olduğu Şubat 2008 verileriyle de yapsanız manzara değişmiyor.
Bir diğer çarpık nokta ise üniversite mezunları arasında bile işgücüne katılım oranının yüzde 77.8 olması. Her 6 üniversite mezunundan birisi, bir işte çalışmadığı halde iş de aramıyor. Her üç meslek lisesi mezununun da biri, çalışmadığı halde iş aramıyor.  Yani bir yandan çalışanlar içerisinde meslek eğitimi almışların oranı çok düşük, diğer yandan meslek eğitimi almış insanların ciddi bir bölümü işgücünün tamamen dışında kalıyor.
Eğitim ile istihdam arasındaki bu çarpık ilişki düzeltilmeden refahın ve rekabet gücünün istendiği gibi artması mümkün değil. Bu yapı ile ancak ucuz işgücüne dayalı bir rekabet mümkün. Bu yolla da bir yere ulaşma şansı yok.

İstihdam göstergelerinin eğitime göre dağılımı
(Temmuz 2010)

15+ yaştaki nüfus
İşgücü
İstihdam
İşsiz
Okur-yazar olmayan
11.0%
4.7%
5.0%
2.0%
Lise altı eğitimli
61.8%
59.8%
60.4%
54.8%
Lise mezunu
10.3%
10.5%
10.0%
15.2%
Mesleki veya teknik lise mezunu
7.3%
9.9%
9.7%
11.5%
Yüksek öğretim mezunu
9.7%
15.1%
15.0%
16.4%
TOPLAM
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%

16 Ekim 2010 Cumartesi

İşsizlikte yaz keyfi sona erdi


·                                 İşsizlikte yaz dönemindeki mevsimsel istihdam artışından da güç alan düşüş, temmuzda durdu. Hazirana göre işsiz sayısı 31 bin arttı. İşsizlik oranı 0.1 puan yükselerek yüzde 10.6 oldu.
·                                  


İşsizlik oranında bahar ve yaz döneminden kaynaklanan mevsimsel etkiden de destek alan düşüş, temmuz döneminde sona erdi. Haziran, temmuz ve ağustos aylarını kapsayan temmuz döneminde işsizlik oranı, haziran dönemine göre 0.1 puan artarak yüzde 10.6’ya yükseldi. Tarım dışı işsizlik oranı da hazirana göre 0.2 puan artarak yüzde 13.6’ya çıktı. Bir yıl öncesine göre ise işsizlik oranı 2.2 puan, tarım dışı işsizlik oranı 2.7 puan düştü. Çalışabilir durumda olmasına karşı iş aramaktan vazgeçmiş gizli işsizler de hesaba katıldığında işsizlik oranı yüzde 16.7’yi buluyor.
Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış işsizlik oranında Eylül 2009’dan bu yana kesintisiz süren düşüş de durdu. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı hazirana göre 0.01 puanlık bir artışla yüzde 11.72 oldu.
İşsiz sayısı hazirana göre 31 bin kişi artmasına karşın geçen yıla göre 485 bin kişilik bir düşüş ile 2 milyon 782 bin kişi oldu.


Hizmetlerde istihdam hızlı düştü

Temmuzda istihdamın hazirana göre 10 bin kişi gerilemesinde hizmetlerdeki istihdamın 153 bin kişi birden düşmesi belirleyici oldu. Sanayide nisandan bu yana süren istihdam artışı, önemli ölçüde hız kaybetmesine rağmen 39 bin kişilik artışla sürdü. İnşaattaki istihdam artış hızı 11 bin kişilik bir azalışla 52 bine geriledi. İstihdam tarımda da 51 bin kişi arttı. Ücretsiz aile işçileri ile ücretli istihdamı artarken, işverenler ve kendi hesabına çalışanların sayısı azaldı.



İşsiz sayısı 31 bin kişi arttı

TÜRKİYE
KENT
KIR
(bin kişi)
Tem.10
Yıllık fark
Aylık fark
Tem.10
Yıllık fark
Aylık fark
Tem.10
Yıllık fark
Aylık fark
Kurumsal olmayan nüfus
71,372
801
65
49,184
424
31
22,188
377
35
15 yaş üzeri nüfus
52,572
858
69
36,583
349
20
15,989
509
49
İşgücü
26,260
780
21
17,312
556
61
8,948
224
-40
    İstihdam
23,478
1,265
-10
15,020
940
27
8,458
325
-38
    İşsiz
2,782
-485
31
2,293
-383
35
490
-100
-3
İşgücüne katılma oranı (%)
50.0
0.7
0.0
47.3
1.1
0.1
56.0
-0.4
-0.4
İstihdam oranı (%)
44.7
1.7
0.0
41.1
2.2
0.1
52.9
0.4
-0.4
İşsizlik oranı (%)
10.6
-2.2
0.1
13.2
-2.8
0.1
5.5
-1.3
0.0
    Tarım dışı işsizlik oranı (%)
13.6
-2.7
0.2
13.8
-2.7
0.2
12.8
-2.9
-0.1
    Genç nüfusta işsizlik oranı (%)
19.5
-3.7
0.4
23.7
-4.1
0.6
11.1
-3.1
-0.1
İşgücüne dahil olmayanlar
26,312
78
48
19,271
-207
-41
7,041
285
90



15 Ekim 2010 Cuma

Bu para selinde boğulmak da var

Şu sıralarda piyasalar en mutlu günlerini yaşıyorlar. Borsa rekorlar kırıyor, faizler düşüyor. Bunlar ekonomide olumlu yönde bir kırılma ortaya çıktığı için yaşanmıyor. Tersine önümüzdeki dönemde büyüme hızının yavaşlayacağı herkesin kabul ettiği bir şey. Piyasaları sarhoş eden gelişme, ABD Merkez Bankası FED’in, piyasaya para pompalayacağı beklentisi.
FED Başkanı Bernanke, bu yola başvurabileceklerini yaklaşık iki ay önce Jackson Hole toplantısında dile getirmişti. FED’in eylül toplantısı açıklamasında koşullar gerektirirse yeni bir parasal genişlemeye başvurulabileceği ilan edildi. Toplantı tutunakları açıklanınca, bu yöndeki beklenti ve spekülasyonlar iyice arttı. Bazı FED yöneticileri de açıklamalarıyla beklenti ve spekülasyonları körüklediler.
FED’in piyasaya 1 trilyon dolar pompalayacağı beklentisi, özellikle gelişen piyasalarda yükselişe neden oldu. Çünkü herkes birinci parasal genişleme operasyonunun sonuçlarına bakarak biliyor ki, FED’in bankalara kredileri artırsınlar, tüketim artsın, ekonomi canlansın, işsizlik azalsın diye verdiği paralar, oraya değil borsalara akıyor. Bankalar, bu parayla borsalarda hızlı karlar elde etmeyi tercih ediyorlar.
Bu paranın ağırlıklı bir bölümü de gelişmekte olan ülke borsalarına akıyor. Sıfıra yakın bir maliyetle elde edilen bu paralar, gelişmekte olan ülkelerdeki daha yüksek faizli tahvillere yatırılıyor. Bu operasyon aynı zamanda o ülkenin parasının değerini artırdığı için hem faizden, hem de kurdan kazanma fırsatı çıkıyor.
Ancak bu sıcak para, o ülkenin parasının değerini artırarak dış rekabet gücünü tahrip ediyor ve cari açığının artmasına neden oluyor. IMF bile sıcak para akımlarının, özellikle gelişmekte olan ülke ekonomileri için tehdit haline geldiğini itiraf ediyor ve tarihinde ilk kez sıcak parayı frenlemek için ölçülü sermaye kontrollerine başvurulabileceğini kabul ediyor. IMF’nin son Türkiye raporu da ekonominin dengesini bozacak en yakın tehdidin aşırı sıcak para girişi olduğunu tesbit ediyor.
Brezilya, Tayland, Güney Kore, Endonezya, Güney Kore, Tayvan, Kolombiya ve Rusya, kurlarda dengesizlik yaratmasını önlemek için sıcak paraya yönelik çeşitli kontrol önlemleri aldılar. Türkiye ise tam tersine sıcak paraya davetiye çıkartan bir duruş sergiliyor. Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları da, Orta Vadeli Program da sıcak paraya dayalı bir büyüme stratejisini yansıtıyor. Sıcak para girişi, cari açığı iyice artırarak ekonomiyi daha da kırılgan hale sokabilir. Ayrıca borsaların başını döndüren sıcak para beklentisi, sanıldığı kadar düz bir yol da değil.
Birincisi FED’in kasım başındaki toplantıda parasal genişleme kararını alacağı kesin değil. Jockson Hole toplantısında Bernanke’nin kullanabileceklerini ilan ettiği üç araçtan birisi de yapacakları açıklamalarla piyasaları etkilemekti. FED yöneticilerinin açıklamaları, bu taktiğin bir parçası da olabilir. Böyle bir durum ortaya çıkarsa, borsalarda tam tersi bir hareket yaşanacaktır.
İkincisi FED’in parasal genişlemeyi başlatması, şimdiden çok ciddi bir gerilim noktası haline gelen kur savaşlarını iyice kızıştıracaktır. Kur savaşları ve bunu izleyen ticari misillemelerin tırmandıracağı gerilim, sıcak paranın geldiğinden daha hızlı bir şekilde güvenli gördüğü alanlara kaçmasını getirir. Bu da şimdi mutluluktan sarhoş olan piyasaların fena halde düşmesine neden olabilir.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Sonunda Çin çarpmışa dönmeyelim

Geçen hafta  Çin Başbakanı  Ven Jibao’nun ziyareti sırasında Çin ile ekonomik ilişkileri geliştirmeye yönelik “müjdeler” verildi. Bu müjdelerden birisi karşılıklı ticarette Türk Lirası ve yuan’ın kullanılacak olması, ikincisi Çin’in Türk tahvilleri alma kararı idi.
Her iki adım da Çin’in son dönemde izlediği global stratejinin doğrudan bir parçası. Bu nedenle iki adımın da Çin’e yarayacağını söyleyebiliriz. Ancak aynı şeyi Türkiye açısından da söylemek, o kadar kolay değil. En azından iki adımın da her durumda Türkiye lehine işleyeceğini söyleyemeyiz. Çin’den yaptığımız ithalat, ihracatımızın 7.3 katı ve Çin’in elinde Türkiye’nin milli gelirinin 3 katı kadar döviz rezervi var. Yani ipler Çin’in elinde olacak. Bu yüzden “Çin çarpmışa dönmemek için” dikkatli olmak gerekiyor.
Çin, birbiriyle iç içe geçmiş ve birbirini destekleyen bir dizi operasyonu bir arada yürütüyor. Bunlardan birisi yuan’ı adım adım bir uluslararası rezerv para birimi haline getirmek ve doların bu alandaki egemenliğini zayıflatmak. Yuan ile ticaretin artırılması bu stratejinin bir parçası. Dış ticaretin yuan ile yapılması, Çin’in bu ülkelerle olan ticari ilişkilerinin daha hızlı gelişmesine yardımcı olduğu gibi, Çin’in bu ekonomiler üzerindeki etkisini de artıracak.
Çin’in Asya ve Avrupa ülkelerindeki tahvil yatırımları da aynı stratejinin parçası. Çin bu yolla elindeki 2.4 trilyon dolarlık döviz rezervi içindeki dolar ağırlığını yavaş yavaş azaltıyor. Bu, bir yönüyle doların egemenliğini zayıflatan bir rol oynuyor. Asıl önemlisi ise Çin bunu, dünya ekonomisini etkilemede bir silah olarak kullanıyor. Giderek daha fazla savaş diliyle konuşan dünya ekonomisinde, 2.4 trilyon dolarlık bir döviz rezervine sahip olmak, savaşta atom bombasına sahip olmak gibi bir şey.
Çin bu döviz rezervlerini kullanarak kısa bir süre önce Japonya ve Güney Kore ekonomilerini, deyim yerindeyse allak bullak etti. Çin bu iki ülkede yüklü tahvil alımları yaptı. Bu operasyon iki ülkenin de para birimlerinin hızla değer kazanmasına yol açtı. Won ve Japon Yeni’nin değer kazanması, dış ticarette iki rakibi karşısında Çin’i daha avantajlı hale getiriyor. Çin, rakip ülkelerin paralarının değerini yükselterek, dolaylı olarak kendi parasının değerini düşürmüş oluyor. Bu operasyon aynı zamanda, Japon şirketlerinin yatırımlarını Çin’e yöneltmeye zorluyor.
Çin’in Türk tahvilleri alması, dozajı farklı da olsa aynı sonucu yaratır. Çin’in döviz rezervlerinin binde biri ile bile TL’nin değerini ve faizleri istediği gibi oynatabilir. Zaten değerli olan TL’nin bu yolla iyice değerlenmesi ve faizlerin aşırı ölçüde düşmesi, ekonominin kırılganlıklarını iyice artırabilir.
Dış ticarette yuan ve TL’nin kullanılması ise duruma göre farklı etkiler yaratabilir. Türkiye’nin ithalatında TL’yi daha fazla kullanması Türkiye’nin yararına olacaktır. Ancak ikili ticarette yuan kullanımının daha fazla payı olacağı da açık. Türkiye ticaret açığının yüzde 22’sini Çin’e karşı veriyor. Bu açığın dolarla değil de yuan ile ödenmesinin çok büyük bir farkı yok. Çin’in yuan’ın değerini kendisi belirlediği için, belirsizlikleri daha fazla olduğu için riskleri daha fazla bile olabilir. 

Çin ile dış ticaretin seyri

Çin ile dış ticaret (bin $)
Toplam ihracatın ithalatı karşılama oranı (%)
Çin'in toplam dış ticaretteki payı (%)

İthalat
İhracat
Ticaret açığı
İhracatın ithalatı karşılama oranı (%)
İthalat
İhracat
Ticaret açığı
1996
556,492
65,115
491,377
11.7
53.2
1.28
0.28
2.41
1997
787,457
44,375
743,082
5.6
54.1
1.62
0.17
3.33
1998
846,134
38,447
807,687
4.5
58.7
1.84
0.14
4.26
1999
894,813
36,649
858,164
4.1
65.4
2.20
0.14
6.09
2000
1,344,731
96,010
1,248,721
7.1
51.0
2.47
0.35
4.67
2001
925,620
199,373
726,247
21.5
75.7
2.24
0.64
7.22
2002
1,368,317
268,229
1,100,087
19.6
69.9
2.65
0.74
7.10
2003
2,610,298
504,626
2,105,672
19.3
68.1
3.76
1.07
9.53
2004
4,476,077
391,585
4,084,492
8.7
64.8
4.59
0.62
11.88
2005
6,885,400
549,764
6,335,636
8.0
62.9
5.90
0.75
14.63
2006
9,669,110
693,038
8,976,073
7.2
61.3
6.93
0.81
16.61
2007
13,234,092
1,039,523
12,194,569
7.9
63.1
7.78
0.97
19.42
2008
15,658,210
1,437,204
14,221,007
9.2
65.4
7.75
1.09
20.33
2009
12,676,466
1,599,115
11,077,351
12.6
72.5
9.00
1.57
28.57
2010 (8 ay)
10,670,659
1,451,246
9,219,413
13.6
63.5
9.29
1.99
21.99